5 Şubat 2015 Perşembe

Büyük Zen Düğünü - Charles Bukowski


Battaniye

    Son zamanlarda iyi uyumuyorum, ama sözünü etmek istediğim bu değil tam olarak. Uykuya daldığımı sandığım anda olan bir şey. “Uykuya daldığımı sandığım” diyorum çünkü aynen öyle. Giderek daha sık uykuda olduğumu hissediyor ama düşümde odayı görüyorum, yatağımda uyuyorum ve her şey yatağa girmeden önce bıraktığım gibi. Yerdeki gazete, komodinin üstündeki boş bira şişesi, çanağının içinde dönüp duran tek balığım, saçım kadar bana özel şeyler. Çoğu kez, uyanıkken, yatağa uzanmış uykuyu beklerken, acaba gerçekten uyanık mıyım yoksa uyuyor ve odamı mı düşlüyorum, diye soruyorum kendime.

Her şey ters gidiyor son zamanlarda. Üst üste gelen ölümler; kötü koşan atlar; diş ağrısı, kanama ve diğer sözü edilmeyen şeyler. Bazen, bundan daha kötü olamam, diye geçiriyorum içimden. Ama sonra, hiç olmazsa bir odan var, diyorum. Sokakta değilsin. Bir zamanlar umursamazdım sokakta olmayı. Ama sokaklara tahammülüm yok artık. Çok az şeye tahammülüm var. Vücudumu iğneyle oydular, neşterlendim, bombalandım hatta. Genellikle yeter diyorum artik; daha fazlasına katlanamam.

Olay şu: Düşümde kendimi odamda gördüğümde ya da odamda uyanıkken, bilemiyorum, iste o sırada bir şeyler oluyor. Dolap kapısının hafif aralık olduğunu fark ediyorum, oysa biraz önce kapalı olduğundan eminim. Sonra kapının aralığı ile vantilatörün (hava çok sıcak olduğu için yerde bir vantilatör var) aynı çizgide olduklarını ve başımı gösterdiklerini fark ediyorum. Ani bir öfke ile yastığımdan uzaklaşıyorum; öfke diyorum çünkü beni ortadan kaldırmaya çalışan bu şeylere okkalı bir küfür sallıyorum. “Adam delirmiş,” dediğinizi duyar gibiyim, delirmiş olabilirim gerçekten. Ama sanmıyorum nedense. Bu lehime küçük bir artı olarak yazılabilir. İnsanlarla birlikteyken iyi hissetmem kendimi. Benden uzak şeylerden söz ediyorlar, benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. Ama onlarla birlikteyken kendimi güçlü hissediyorum. Şöyle düşünüyorum: Onlar bütünün küçücük parçaları ile hayatlarını sürdürebiliyorlarsa, ben de sürdürürüm. Ama yalnız kaldığımda, kendimi bir duvarla, soluk almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Zayıf bir adamım ben anlaşılan. İncil’i denedim, filozofları denedim, şairleri denedim, ama hepsi bir şekilde hedefi ıskalamışlardı. Tamamen farklı şeylerden söz ediyorlardı. Ben de uzun süre önce okumaktan vazgeçtim. İçki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu, yaşantımla cemiyetin, kentin, ülkenin bir ferdi gibiydim; ancak tek fark benim “başarma” isteği duymamamdı. Bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, iyi bir iş istemiyordum. Böyleydim: entelektüel değildim, sanatçı değildim, sıradan insanı kurtaran köklerden de yoksundum. Arada derede kalmış bir şeydim, bu da deliliğin başlangıcı olsa gerek. Ve öyle bayağıyım ki!

Elimi kıçıma sokup kaşıyorum. Basur. Cinsel ilişkiden daha zevkli. Kanatıncaya kadar kaşırım, acı beni durmaya zorlayıncaya kadar. Maymunlar yapar bunu, goriller yapar. Onları kanayan kıçları ile hayvanat bahçesinde görmüşlüğünüz vardır. Ama devam edeyim izninizle. Garipliklere meraklıysanız cinayet-ten söz edeyim size. Bu Oda Düşleri, öyle diyelim bunlara, birkaç yıl önce başladı. İlk seferinde Philadelphia’daydım. Çalışmıyordum, kirayı dert ettiğim için olmuştu belki. O sıralar sadece şarap ve bira içiyordum, seks ve kumar da tüm güçleri ile kanıma girmişlerdi. Bir sokak kadını ile yaşamama rağmen her gece iki-üç farklı erkekle beraber olduktan sonra benimle seks ya da kendi deyimi ile “aşk” yapmak istemesi tuhafıma gidiyordu… Etkileniyordum, zorlanıyordum. “Tatlım,” derdi bana, “seni sevdiğimi anlamalısın. Kadın seni içine alabilir, orada olduğunu sanırsın ama değilsindir. Seni içime alıyorum.” Pek yararı olmuyordu. Duvarları biraz daha yaklaştırıyordu sadece.
Bir gece, düşte ya da değil, uyandım ve yanımda yatıyordu (ya da uyandığımı düşlüyordum) etrafıma bakındım ve bir sürü küçük adamın bizi yatağa bağladıklarını gördüm. Otuz-kırk küçük adam, gümüş renginde bir teli yatağın altından geçirip üstümüze sarıyorlardı. Kadınım huzursuz olduğumu hissetmiş olmalıydı. Gözlerini açıp bana baktı. “Siss, sessiz ol!” dedim. “Kımıldama! Bizi elektrik vererek öldürmeye çalışıyorlar!” “KİM BİZE ELEKTRİK VERMEK İSTİYOR?” “Allah belanı versin, sana sessiz olmanı söyledim! Kımıldama!” Uyuyormuş gibi yapıp bir süre daha çalışmalarına izin verdim. Sonra var gücümle doğrulup telleri kopardım. Afallamışlardı. İçlerinden birine bir yumruk bile salladım. Nereye kaybolduklarını bilmiyordum ama onlardan kurtulmuştuk. “Bizi ölümden kurtardım,” dedim kadınıma. “Öp beni,” dedi.


Neyse, günümüze dönelim. Sabahlan kalktığımda vücudumda izler oluyor, morluklar. Özellikle izlediğim bir battaniye var. Bu battaniye ben uykudayken canıma okumaya çalışıyor. Bazen uyanıyor, battaniyeyi gırtlağıma sarılı buluyorum, soluğum kesiliyor. Hep ayni battaniye. Ama ben bir şey olmamış gibi davranıyorum. Bir bira açıyorum, başparmağımla Yarış Bülteni’ni aralıyorum, acaba yağmur yağacak mı diye pencereden bakıp her şeyi unutmaya çalışıyorum. Tek istediğim beladan uzak ve huzurlu bir hayat. Yorgunum. Bir şeyler hayal etmek ya da uydurmak istemiyorum. Ama o gece battaniye bir kez daha uyuz etti beni. Yılan gibi kıvrılıyor, biçimden biçime giriyor, açık durmayı reddediyordu. Ertesi gece de aynı şey. Kanepenin önüne, yere fırlattım. Sonra kımıldadığını fark ettim. Başımı her yana çevirdiğimde kımıldıyordu, inanılmaz bir hızla. Kalkıp bütün ışıkları yaktım, gazete okumaya başladım, ne olursa, moda sayfası, keklik nasıl pişirilir, bahçenizde biten yabani otlardan nasıl kurtulursunuz; editöre mektuplar, siyaset sütunları, küçük ilanlar, ölüm ilanları… Ben okurken battaniye hiç kımıldamadı. Birkaç bira içtim, sonra gün ışıdı, uyumak kolaylaştı. Geçen gece olan oldu. Akşamüstü başladı aslında. Uykusuz ol düğüm için akşamüstü dört sularında yatağa girdim, uyandığımda ya da düşümde uyandığımı gördüğümde battaniye gırtlağıma dolanmıştı yine, kararlıydı bu kez! Ayyuka çıkmıştı artık! Beni haklamaya kararlıydı ve güçlüydü, ya da ben güçsüzdüm, düşte gibi, soluğumu kesmesini engellemek için var gücümü kullanmak zorunda kaldım, ama üstümden atamıyordum bir türlü, küçük ama güçlü ataklar yaparak beni gafil avlamaya çalışıyordu. Ter içinde kalmıştım. Kim inanırdı böyle bir şeye? Canlanıp beni boğmaya çalışan bir battaniye? Böylesine lanet bir şeye kim, nasıl inanırdı? Hiç bir şey bir kez yaşanmadan inanılır olmaz -atom bombası ya da Rusların uzaya insan göndermesi ya da Tanrı’nın dünyaya inip kendi eseri insanlar tarafından çarmıha gerilmesi. Gelmekte olan şeylere kim inanır? Son ateş zerresine? Uzay gemisindeki son sekiz-on kadına ya da Nuh’un gemisine ya da insanlığın yorgun tohumunu başka bir gezegene ekmeye? Bu battaniyenin beni öldürmeye çalıştığına inanacak adam ya da kadın nerede? Tek bir kişi bile bulamazsın, lanet olsun! Bu da işleri bir şekilde daha da zorlaştırıyordu.

Başkalarının hakkımda ne düşündüklerini umursamadığım halde onların battaniye gerçeğini bilmelerini istiyordum. Tuhaf, değil mi? Neden acaba? Sık sık intihar düşüncelerine kapılmama rağmen battaniyenin bana yardımcı olmaya çalışması direnmeme neden oluyordu. Sonunda mereti yere çalıp bütün ışıkları yaktım. Bu her şeye bir son verecekti! IŞIK, IŞIK, IŞIK!

Ama olmadı, ışığın altında bile kıpırdayıp birkaç santim ilerlediğini fark ettim. Oturdum, gözlerimi üstünden ayırmadım. Yine hareket etti. Yarım metre ilerledi bu kez. Kalkıp giyinmeye başladım. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı almak için battaniyenin yanından geçtim. Sonra giyindim ve ne yapacağımı bilemedim. Battaniye kımıldamıyordu artık. Biraz yürümek iyi gelirdi belki. Köşedeki gazete bayiine gidecektim. Mahallenin bütün gazete satıcıları entelektüeldi: G.B. Shaw, O. Spengler ve Hegel okurlardı. Çocuk filan değillerdi: 60, 80, 1000 yasındaydılar. Lanet olsun. Kapıyı çarpıp dışarı çıktım. Merdivenin başına geldiğimde bir şey beni kafamı çevirip holün sonuna bakmaya itti. Doğru tahmin ettiniz: Battaniye beni izliyordu, yılan gibi kıvrılmış, önündeki gölgeli kısımda baş, ağız ve gözler. Size şu kadarını söyleyim, dehşetin dehşet olduğuna inandığınız anda daha az dehşete düşersiniz. Bir an için battaniyemi bensiz kalmak istemeyen yaşlı bir köpek gibi düşündüm,
beni izlemek zorundaydı. Ama sonra bu köpeğin, yani battaniyenin beni öldürmeye çalıştığını hatırladım, hızla indim merdivenden. Evet, evet, peşimden geldi! İstediği gibi hızlanıyordu, basamakları indi. Sessiz. Kararlı. Üçüncü katta oturuyordum. Aşağı kadar izledi beni. İkinci kata. Önce dışarı çıkıp koşmayı düşündüm ama dışarısı karanlıktı; geniş bulvarlardan uzak, sessiz ve tenha bir mahalleydi benimki. En iyisi birilerinin yanında olmak, durumun gerçekliğini sınamaktı. Gerçeğin gerçek olabilmesi için en az iki oy gerekiyordu. Yaşadıkları zamanın ilerisinde olan insanlar bunu bilirler, deliler ve sanrı görenler de. Bir hayali sadece sen görüyorsan ya aziz derler adama ya da deli. 102 numaralı dairenin kapısını çaldım. Mick’in karısı açtı kapıyı. “Selam, Hank,” dedi, “girsene.” Mick yataktaydı. Her yeri şişti, bilekleri normalin iki misli, karnı hamile bir kadının karnı gibi. Çok içiyordu, karaciğeri iflas etmişti. Su doluydu Mick. Askeri Hastane’de oda boşalmasını bekliyordu. “Selam, Hank,” dedi, “bira getirdin mi?” “Bak, Mick,” dedi karısı, “doktorun ne dediğini biliyorsun. Damla bile içmeyeceksin, bira bile.” “Battaniye neyin nesi?” diye sordu Mick. Aşağı baktım. Battaniye fark edilmeden içeri girebilmek için koluma dolanmisti. “Bende bir sürü battaniye var, isinize yarar diye düşündüm.” Kanepenin üstüne fırlattım lanet şeyi. “Bir bira bile getirmedin mi?”
“Hayır, Mick.”
“Bir bira çok iyi gelirdi.”
“Mick,” dedi karısı.
“Bunca yıldan sonra şak diye kesmek kolay mı sanıyorsun?”
“Peki, bir tane olabilir,” dedi karısı, “bakkala gidip alayım.”
“Gerek yok,” dedim, “ben yukarı çıkıp buzdolabımdan alırım.”

Kalkıp kapıya doğru yürüdüm, gözüm battaniyenin üstündeydi. Kıpırdamadı. Kanepeden öylece baktı bana. “Hemen dönerim,” dedim ve kapıyı kapattım. Her şey kafamın içinde cereyan ediyor, diye geçirdim içimden. Battaniyeyi yanımda taşımış, beni izlediğini hayal etmiştim. İnsanlarla daha fazla görüşmeliydim. Dünyam çok dardı. Yukarı çıkıp buzdolabından 4-5 bira aldım, kesekağıdına koyup aşağı inmeye başladım. İkinci kata vardığımda bağrışmalar, küfürler ve bir el silah sesi duydum. Koşarak 102 numaraya daldım. Mick o davul gibi hali ile ayakta duruyordu, elinde de 32′lik bir magnum. Battaniye kanepede, bıraktığım yerdeydi. “Mick, delirmişsin sen!” dedi karısı. “Haklısın,” dedi Mick, “sen mutfağa gider gitmez bu battaniye kapıya doğru gitti, yemin ederim. Kapının tokmağını çevirmeye çalıştı, dışarı çıkmak istiyordu. İlk şoku atlatınca yataktan kalkıp üstüne yürüdüm, yanına vardığımda tokmaktan üstüme sıçrayıp gırtlağıma dolandı, beni boğmaya çalıştı!” “Mick biraz rahatsız,” dedi karısı, “ona iğne yapıyorlar. Yan etkileri var, hayal görüyor. İçerken de görürdü. Hastaneye yatınca düzelir.” “Lanet olsun!” diye bağırdı Mick pijamalarının içinde çok sis, “bu battaniye beni öldürmeye çalıştı diyorum size, iyi ki magnum doluydu, dolaba koştuğum gibi çıkardım, yine saldırdığında sıktım. Sürünerek uzaklaştı. Sürüne sürüne kanepeye tırmandı, orada duruyor iste. Merminin açtığı deliği görebilirsiniz. Hayal filan görmedim ben.!

Kapı çalındı. Yöneticiydi. “Çok gürültü yapıyorsunuz,” dedi. “Saat ondan sonra televizyon ve gürültü yok.” Sonra gitti. Battaniyenin yanına gittim. Gerçekten de bir delik açılmıştı üstünde. Battaniye hareketsizdi. Bir battaniyenin can alıcı noktası nerededir? “Tanrım, bir bira içelim,” dedi Mick, “ölüp ölmemek umurumda değil.” Karısı üç şişe açtı. Mick ile birer Pall Mall yaktık. “Hey, moruk,” dedi Mick, “giderken bu battaniyeyi de götür.” “İhtiyacım yok, Mick,” dedim, “sende kalsın, kullanırsın.” Birasından sıkı bir yudum aldı. “Bu allahın cezası şeyi buradan götür!” “İyi de, ÖLDÜ, değil mi?” “Nereden bileyim?”
“Bu battaniye saçmalığına inandığını mi söylüyorsun, Hank?” diye sordu karısı.
“Evet, bayan.” Başını geriye atıp güldü. “İki kaçık orospu çocuğu tanıyorsam, sizlersiniz” dedi. “Sen de İçiyorsun, değil mi?” diye ekledi sonra.
“Evet, bayan.”
“Çok mu?”
“Bazen.”
“Tek istediğim bu Allahın cezası battaniyeyi buradan götürmen!” dedi Mick. Biramdan büyük bir yudum alıp. keşke votka olsaydı, diye geçirdim içimden. “Tamam, dostum.” dedim, “madem islemiyorsun, götürürüm.” İyice katlayıp kolumun üstüne koydum.
“İyi geceler.”
“İyi geceler, Hank. Bira için teşekkürler.”

Merdiveni çıkmaya başladım: battaniyede hayal belirlisi yoktu. Mermi işini bitirmişti belki de.

Odama girip battaniyeyi iskemlenin üstüne fırlattım. Bir süre oturup izledim. Aklıma bir fikir geldi. Bulaşık kabını alıp içine gazete kağıdı doldurdum. Sonra patates soymak için kullandığım bıçağı aldım, iskemleye olurdum. Battaniyeyi kucağıma alıp bıçağı havaya kaldırdım. Kolay değildi ama o battaniyeyi kesmek. İskemlede kalakalmıştım. Los Angeles’in o berbat gece ayazı enseme vuruyordu ve kolay değildi. o battaniyeyi kesmek. Nasıl bilebilirdim ki? Bir zamanlar beni delice sevmiş bir kadındı belki de. Battaniye kılığına girmiş benden öç almaya çalışıyordu. İki kadın düşündüm. Sonra bire indi. Sonra mutfağa gidip bir şişe votka açtım. Doktorlar sert içkilere takılırsam öleceğimi söylemişlerdi. Ama gizli gizli onlara karşı çalışıyordum. İlk gece bir yüksük dolusu. Ertesi gece iki yüksük. Derken… Bir bardak kovdum bu kez Ölüm değildi rahatsız edici olan, hüzün ve meraktı. Battaniye belki de beni ölüme, yanına almaya çalışan bir kadındı, ya da bir battaniye olarak beni sevmeye çalışıyor, bunu nasıl yapacağını bilemiyordu… Mick’i de beni izlemeye çalışırken onu engellediği için öldürmeye kalkışmamış mıydı. Delilik mi? Olabilir. Ne delilik değildir ki? Maval delilik değil miydi? Kurmalı oyuncaklardan farksızdık… Birkaç kez kuruluyorduk, sonra da güle güle… Ortalıkla dolanıp varsayımlarda bulunuyor, planlar yapıyor, valiler seçiyor, bahçemizdeki çimleri biçiyorduk…  Delilik tabii, ne delilik değildir ki ?

Votka bardağını bir dikişte boşaltıp bir sigara yaktım. Sonra battaniyeyi son kez elime alıp kestim! Kestim, kestim ve kestim, ne olduğu anlaşılamayacak kadar küçük parçalara kestim onu… parçaları bulaşık kabına koydum, kabı pencerenin yanına yerleştirdim dumanı üflemesi için vantilatörü çalıştırdım. Kap alev aldığında ben mutfağa gidip bir votka daha koydum. Döndüğümde kırmızı ve güzel yanıyordu, eski Bostan cadıları gibi, Hiroşima gibi, aşk gibi, bütün aşkların içinde bir aşk gibi, ve çok kötü hissettim kendimi. İkinci bardağı da içtim, hiçbir şey hissetmedim desem yalan olmaz. Bir tane daha koymak için mutfağa gittim, bıçağı da yanımda götürmüştüm. Bıçağı lavaboya fırlatıp şişenin kapağını açtım. Lavabodaki bıçağa baktım yine. Yan tarafında kan izi vardı. Ellerime baktım. Ellerimde kesik olup olmadığını kontrol ettim. İsa’nın elleri harikulade ellerdi. Ellerime baktım. Kesik filan yoktu. Çentik bile. Yanaklarımdan aşağı gözyaşlarının süzüldüğünü hissettim, bacakları olmayan ağır ve anlamsız şeyler gibi sürünerek. Deliydim. Gerçekten delirmiş olmalıydım.

Charles Bukowski

0 yorum:

Yorum Gönder