10 Şubat 2015 Salı

İlse - İnsan Postuna Bürünmüş Köpek

   

Vizyon. İlse'ye dair vizyon. Son bira kutusunu da bitirdikten sonra her şey tüm saydamlığıyla bana görünmüştü. Yakalamaya çalışacağım bir şey kalmamıştı artık, kendimi bırakabilirdim. 
Vahşi dişil bir gücün /yoksa anacıl güç müydü?) bir anlık görüntüsü. Neanderthal dişisinin kasıkları... Kıllı, menstürasyon kanları baldırlarından aşağı sızıp katılaşmış... Bir dişinin sevgisi her şeyden üstündü benim için. Toplumsal şefkati hiç tanımayan, kelimelerden oluşan zincirlerden bağımsız, parmakları toprağı derinliklerinden kavramış bu dişi, sonuna dek oynuyordu yaşamı. 
Yarı açık ağzının ve yağmalanmış memelerinin üzerinde bir samanyolu yükseliyordu. Yaşam gücü ve yaratma tutkusundan, doğurma iradesi ve ölüme meydan okuyuştan meydana gelmiş bir samanyolu Bu dişide aradığımı bulmuştum ancak buna benzer şeyler çevremdeki insanlarda yoktu. 
Zorunluluk aşkı. Ölümden ucuz bir zafer koparmayan, hayatı hedefleyen aşk. 
İnsandan büyümek, yetişmek ve böylelikle de varlığını meşru kılmaktan daha başka bir şey talep etmeyen aşk. 
Bana öyle geliyordu ki dünya böylesine bir aşkı bulabilmek için yağmalamıştı kendisini. Talepkar Olmayan Aşk. Zorunluluk aşkı. 
Mutluluk içinde uykuya daldım.


5 Şubat 2015 Perşembe

Büyük Zen Düğünü - Charles Bukowski


Battaniye

    Son zamanlarda iyi uyumuyorum, ama sözünü etmek istediğim bu değil tam olarak. Uykuya daldığımı sandığım anda olan bir şey. “Uykuya daldığımı sandığım” diyorum çünkü aynen öyle. Giderek daha sık uykuda olduğumu hissediyor ama düşümde odayı görüyorum, yatağımda uyuyorum ve her şey yatağa girmeden önce bıraktığım gibi. Yerdeki gazete, komodinin üstündeki boş bira şişesi, çanağının içinde dönüp duran tek balığım, saçım kadar bana özel şeyler. Çoğu kez, uyanıkken, yatağa uzanmış uykuyu beklerken, acaba gerçekten uyanık mıyım yoksa uyuyor ve odamı mı düşlüyorum, diye soruyorum kendime.

Her şey ters gidiyor son zamanlarda. Üst üste gelen ölümler; kötü koşan atlar; diş ağrısı, kanama ve diğer sözü edilmeyen şeyler. Bazen, bundan daha kötü olamam, diye geçiriyorum içimden. Ama sonra, hiç olmazsa bir odan var, diyorum. Sokakta değilsin. Bir zamanlar umursamazdım sokakta olmayı. Ama sokaklara tahammülüm yok artık. Çok az şeye tahammülüm var. Vücudumu iğneyle oydular, neşterlendim, bombalandım hatta. Genellikle yeter diyorum artik; daha fazlasına katlanamam.

Olay şu: Düşümde kendimi odamda gördüğümde ya da odamda uyanıkken, bilemiyorum, iste o sırada bir şeyler oluyor. Dolap kapısının hafif aralık olduğunu fark ediyorum, oysa biraz önce kapalı olduğundan eminim. Sonra kapının aralığı ile vantilatörün (hava çok sıcak olduğu için yerde bir vantilatör var) aynı çizgide olduklarını ve başımı gösterdiklerini fark ediyorum. Ani bir öfke ile yastığımdan uzaklaşıyorum; öfke diyorum çünkü beni ortadan kaldırmaya çalışan bu şeylere okkalı bir küfür sallıyorum. “Adam delirmiş,” dediğinizi duyar gibiyim, delirmiş olabilirim gerçekten. Ama sanmıyorum nedense. Bu lehime küçük bir artı olarak yazılabilir. İnsanlarla birlikteyken iyi hissetmem kendimi. Benden uzak şeylerden söz ediyorlar, benim duymadığım heyecanlar duyuyorlar. Ama onlarla birlikteyken kendimi güçlü hissediyorum. Şöyle düşünüyorum: Onlar bütünün küçücük parçaları ile hayatlarını sürdürebiliyorlarsa, ben de sürdürürüm. Ama yalnız kaldığımda, kendimi bir duvarla, soluk almakla, tarihle, kendi sonumla kıyaslayabildiğimde bazı tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Zayıf bir adamım ben anlaşılan. İncil’i denedim, filozofları denedim, şairleri denedim, ama hepsi bir şekilde hedefi ıskalamışlardı. Tamamen farklı şeylerden söz ediyorlardı. Ben de uzun süre önce okumaktan vazgeçtim. İçki, kumar ve seks biraz işe yarıyordu, yaşantımla cemiyetin, kentin, ülkenin bir ferdi gibiydim; ancak tek fark benim “başarma” isteği duymamamdı. Bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, iyi bir iş istemiyordum. Böyleydim: entelektüel değildim, sanatçı değildim, sıradan insanı kurtaran köklerden de yoksundum. Arada derede kalmış bir şeydim, bu da deliliğin başlangıcı olsa gerek. Ve öyle bayağıyım ki!

Elimi kıçıma sokup kaşıyorum. Basur. Cinsel ilişkiden daha zevkli. Kanatıncaya kadar kaşırım, acı beni durmaya zorlayıncaya kadar. Maymunlar yapar bunu, goriller yapar. Onları kanayan kıçları ile hayvanat bahçesinde görmüşlüğünüz vardır. Ama devam edeyim izninizle. Garipliklere meraklıysanız cinayet-ten söz edeyim size. Bu Oda Düşleri, öyle diyelim bunlara, birkaç yıl önce başladı. İlk seferinde Philadelphia’daydım. Çalışmıyordum, kirayı dert ettiğim için olmuştu belki. O sıralar sadece şarap ve bira içiyordum, seks ve kumar da tüm güçleri ile kanıma girmişlerdi. Bir sokak kadını ile yaşamama rağmen her gece iki-üç farklı erkekle beraber olduktan sonra benimle seks ya da kendi deyimi ile “aşk” yapmak istemesi tuhafıma gidiyordu… Etkileniyordum, zorlanıyordum. “Tatlım,” derdi bana, “seni sevdiğimi anlamalısın. Kadın seni içine alabilir, orada olduğunu sanırsın ama değilsindir. Seni içime alıyorum.” Pek yararı olmuyordu. Duvarları biraz daha yaklaştırıyordu sadece.
Bir gece, düşte ya da değil, uyandım ve yanımda yatıyordu (ya da uyandığımı düşlüyordum) etrafıma bakındım ve bir sürü küçük adamın bizi yatağa bağladıklarını gördüm. Otuz-kırk küçük adam, gümüş renginde bir teli yatağın altından geçirip üstümüze sarıyorlardı. Kadınım huzursuz olduğumu hissetmiş olmalıydı. Gözlerini açıp bana baktı. “Siss, sessiz ol!” dedim. “Kımıldama! Bizi elektrik vererek öldürmeye çalışıyorlar!” “KİM BİZE ELEKTRİK VERMEK İSTİYOR?” “Allah belanı versin, sana sessiz olmanı söyledim! Kımıldama!” Uyuyormuş gibi yapıp bir süre daha çalışmalarına izin verdim. Sonra var gücümle doğrulup telleri kopardım. Afallamışlardı. İçlerinden birine bir yumruk bile salladım. Nereye kaybolduklarını bilmiyordum ama onlardan kurtulmuştuk. “Bizi ölümden kurtardım,” dedim kadınıma. “Öp beni,” dedi.


Neyse, günümüze dönelim. Sabahlan kalktığımda vücudumda izler oluyor, morluklar. Özellikle izlediğim bir battaniye var. Bu battaniye ben uykudayken canıma okumaya çalışıyor. Bazen uyanıyor, battaniyeyi gırtlağıma sarılı buluyorum, soluğum kesiliyor. Hep ayni battaniye. Ama ben bir şey olmamış gibi davranıyorum. Bir bira açıyorum, başparmağımla Yarış Bülteni’ni aralıyorum, acaba yağmur yağacak mı diye pencereden bakıp her şeyi unutmaya çalışıyorum. Tek istediğim beladan uzak ve huzurlu bir hayat. Yorgunum. Bir şeyler hayal etmek ya da uydurmak istemiyorum. Ama o gece battaniye bir kez daha uyuz etti beni. Yılan gibi kıvrılıyor, biçimden biçime giriyor, açık durmayı reddediyordu. Ertesi gece de aynı şey. Kanepenin önüne, yere fırlattım. Sonra kımıldadığını fark ettim. Başımı her yana çevirdiğimde kımıldıyordu, inanılmaz bir hızla. Kalkıp bütün ışıkları yaktım, gazete okumaya başladım, ne olursa, moda sayfası, keklik nasıl pişirilir, bahçenizde biten yabani otlardan nasıl kurtulursunuz; editöre mektuplar, siyaset sütunları, küçük ilanlar, ölüm ilanları… Ben okurken battaniye hiç kımıldamadı. Birkaç bira içtim, sonra gün ışıdı, uyumak kolaylaştı. Geçen gece olan oldu. Akşamüstü başladı aslında. Uykusuz ol düğüm için akşamüstü dört sularında yatağa girdim, uyandığımda ya da düşümde uyandığımı gördüğümde battaniye gırtlağıma dolanmıştı yine, kararlıydı bu kez! Ayyuka çıkmıştı artık! Beni haklamaya kararlıydı ve güçlüydü, ya da ben güçsüzdüm, düşte gibi, soluğumu kesmesini engellemek için var gücümü kullanmak zorunda kaldım, ama üstümden atamıyordum bir türlü, küçük ama güçlü ataklar yaparak beni gafil avlamaya çalışıyordu. Ter içinde kalmıştım. Kim inanırdı böyle bir şeye? Canlanıp beni boğmaya çalışan bir battaniye? Böylesine lanet bir şeye kim, nasıl inanırdı? Hiç bir şey bir kez yaşanmadan inanılır olmaz -atom bombası ya da Rusların uzaya insan göndermesi ya da Tanrı’nın dünyaya inip kendi eseri insanlar tarafından çarmıha gerilmesi. Gelmekte olan şeylere kim inanır? Son ateş zerresine? Uzay gemisindeki son sekiz-on kadına ya da Nuh’un gemisine ya da insanlığın yorgun tohumunu başka bir gezegene ekmeye? Bu battaniyenin beni öldürmeye çalıştığına inanacak adam ya da kadın nerede? Tek bir kişi bile bulamazsın, lanet olsun! Bu da işleri bir şekilde daha da zorlaştırıyordu.

Başkalarının hakkımda ne düşündüklerini umursamadığım halde onların battaniye gerçeğini bilmelerini istiyordum. Tuhaf, değil mi? Neden acaba? Sık sık intihar düşüncelerine kapılmama rağmen battaniyenin bana yardımcı olmaya çalışması direnmeme neden oluyordu. Sonunda mereti yere çalıp bütün ışıkları yaktım. Bu her şeye bir son verecekti! IŞIK, IŞIK, IŞIK!

Ama olmadı, ışığın altında bile kıpırdayıp birkaç santim ilerlediğini fark ettim. Oturdum, gözlerimi üstünden ayırmadım. Yine hareket etti. Yarım metre ilerledi bu kez. Kalkıp giyinmeye başladım. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı almak için battaniyenin yanından geçtim. Sonra giyindim ve ne yapacağımı bilemedim. Battaniye kımıldamıyordu artık. Biraz yürümek iyi gelirdi belki. Köşedeki gazete bayiine gidecektim. Mahallenin bütün gazete satıcıları entelektüeldi: G.B. Shaw, O. Spengler ve Hegel okurlardı. Çocuk filan değillerdi: 60, 80, 1000 yasındaydılar. Lanet olsun. Kapıyı çarpıp dışarı çıktım. Merdivenin başına geldiğimde bir şey beni kafamı çevirip holün sonuna bakmaya itti. Doğru tahmin ettiniz: Battaniye beni izliyordu, yılan gibi kıvrılmış, önündeki gölgeli kısımda baş, ağız ve gözler. Size şu kadarını söyleyim, dehşetin dehşet olduğuna inandığınız anda daha az dehşete düşersiniz. Bir an için battaniyemi bensiz kalmak istemeyen yaşlı bir köpek gibi düşündüm,
beni izlemek zorundaydı. Ama sonra bu köpeğin, yani battaniyenin beni öldürmeye çalıştığını hatırladım, hızla indim merdivenden. Evet, evet, peşimden geldi! İstediği gibi hızlanıyordu, basamakları indi. Sessiz. Kararlı. Üçüncü katta oturuyordum. Aşağı kadar izledi beni. İkinci kata. Önce dışarı çıkıp koşmayı düşündüm ama dışarısı karanlıktı; geniş bulvarlardan uzak, sessiz ve tenha bir mahalleydi benimki. En iyisi birilerinin yanında olmak, durumun gerçekliğini sınamaktı. Gerçeğin gerçek olabilmesi için en az iki oy gerekiyordu. Yaşadıkları zamanın ilerisinde olan insanlar bunu bilirler, deliler ve sanrı görenler de. Bir hayali sadece sen görüyorsan ya aziz derler adama ya da deli. 102 numaralı dairenin kapısını çaldım. Mick’in karısı açtı kapıyı. “Selam, Hank,” dedi, “girsene.” Mick yataktaydı. Her yeri şişti, bilekleri normalin iki misli, karnı hamile bir kadının karnı gibi. Çok içiyordu, karaciğeri iflas etmişti. Su doluydu Mick. Askeri Hastane’de oda boşalmasını bekliyordu. “Selam, Hank,” dedi, “bira getirdin mi?” “Bak, Mick,” dedi karısı, “doktorun ne dediğini biliyorsun. Damla bile içmeyeceksin, bira bile.” “Battaniye neyin nesi?” diye sordu Mick. Aşağı baktım. Battaniye fark edilmeden içeri girebilmek için koluma dolanmisti. “Bende bir sürü battaniye var, isinize yarar diye düşündüm.” Kanepenin üstüne fırlattım lanet şeyi. “Bir bira bile getirmedin mi?”
“Hayır, Mick.”
“Bir bira çok iyi gelirdi.”
“Mick,” dedi karısı.
“Bunca yıldan sonra şak diye kesmek kolay mı sanıyorsun?”
“Peki, bir tane olabilir,” dedi karısı, “bakkala gidip alayım.”
“Gerek yok,” dedim, “ben yukarı çıkıp buzdolabımdan alırım.”

Kalkıp kapıya doğru yürüdüm, gözüm battaniyenin üstündeydi. Kıpırdamadı. Kanepeden öylece baktı bana. “Hemen dönerim,” dedim ve kapıyı kapattım. Her şey kafamın içinde cereyan ediyor, diye geçirdim içimden. Battaniyeyi yanımda taşımış, beni izlediğini hayal etmiştim. İnsanlarla daha fazla görüşmeliydim. Dünyam çok dardı. Yukarı çıkıp buzdolabından 4-5 bira aldım, kesekağıdına koyup aşağı inmeye başladım. İkinci kata vardığımda bağrışmalar, küfürler ve bir el silah sesi duydum. Koşarak 102 numaraya daldım. Mick o davul gibi hali ile ayakta duruyordu, elinde de 32′lik bir magnum. Battaniye kanepede, bıraktığım yerdeydi. “Mick, delirmişsin sen!” dedi karısı. “Haklısın,” dedi Mick, “sen mutfağa gider gitmez bu battaniye kapıya doğru gitti, yemin ederim. Kapının tokmağını çevirmeye çalıştı, dışarı çıkmak istiyordu. İlk şoku atlatınca yataktan kalkıp üstüne yürüdüm, yanına vardığımda tokmaktan üstüme sıçrayıp gırtlağıma dolandı, beni boğmaya çalıştı!” “Mick biraz rahatsız,” dedi karısı, “ona iğne yapıyorlar. Yan etkileri var, hayal görüyor. İçerken de görürdü. Hastaneye yatınca düzelir.” “Lanet olsun!” diye bağırdı Mick pijamalarının içinde çok sis, “bu battaniye beni öldürmeye çalıştı diyorum size, iyi ki magnum doluydu, dolaba koştuğum gibi çıkardım, yine saldırdığında sıktım. Sürünerek uzaklaştı. Sürüne sürüne kanepeye tırmandı, orada duruyor iste. Merminin açtığı deliği görebilirsiniz. Hayal filan görmedim ben.!

Kapı çalındı. Yöneticiydi. “Çok gürültü yapıyorsunuz,” dedi. “Saat ondan sonra televizyon ve gürültü yok.” Sonra gitti. Battaniyenin yanına gittim. Gerçekten de bir delik açılmıştı üstünde. Battaniye hareketsizdi. Bir battaniyenin can alıcı noktası nerededir? “Tanrım, bir bira içelim,” dedi Mick, “ölüp ölmemek umurumda değil.” Karısı üç şişe açtı. Mick ile birer Pall Mall yaktık. “Hey, moruk,” dedi Mick, “giderken bu battaniyeyi de götür.” “İhtiyacım yok, Mick,” dedim, “sende kalsın, kullanırsın.” Birasından sıkı bir yudum aldı. “Bu allahın cezası şeyi buradan götür!” “İyi de, ÖLDÜ, değil mi?” “Nereden bileyim?”
“Bu battaniye saçmalığına inandığını mi söylüyorsun, Hank?” diye sordu karısı.
“Evet, bayan.” Başını geriye atıp güldü. “İki kaçık orospu çocuğu tanıyorsam, sizlersiniz” dedi. “Sen de İçiyorsun, değil mi?” diye ekledi sonra.
“Evet, bayan.”
“Çok mu?”
“Bazen.”
“Tek istediğim bu Allahın cezası battaniyeyi buradan götürmen!” dedi Mick. Biramdan büyük bir yudum alıp. keşke votka olsaydı, diye geçirdim içimden. “Tamam, dostum.” dedim, “madem islemiyorsun, götürürüm.” İyice katlayıp kolumun üstüne koydum.
“İyi geceler.”
“İyi geceler, Hank. Bira için teşekkürler.”

Merdiveni çıkmaya başladım: battaniyede hayal belirlisi yoktu. Mermi işini bitirmişti belki de.

Odama girip battaniyeyi iskemlenin üstüne fırlattım. Bir süre oturup izledim. Aklıma bir fikir geldi. Bulaşık kabını alıp içine gazete kağıdı doldurdum. Sonra patates soymak için kullandığım bıçağı aldım, iskemleye olurdum. Battaniyeyi kucağıma alıp bıçağı havaya kaldırdım. Kolay değildi ama o battaniyeyi kesmek. İskemlede kalakalmıştım. Los Angeles’in o berbat gece ayazı enseme vuruyordu ve kolay değildi. o battaniyeyi kesmek. Nasıl bilebilirdim ki? Bir zamanlar beni delice sevmiş bir kadındı belki de. Battaniye kılığına girmiş benden öç almaya çalışıyordu. İki kadın düşündüm. Sonra bire indi. Sonra mutfağa gidip bir şişe votka açtım. Doktorlar sert içkilere takılırsam öleceğimi söylemişlerdi. Ama gizli gizli onlara karşı çalışıyordum. İlk gece bir yüksük dolusu. Ertesi gece iki yüksük. Derken… Bir bardak kovdum bu kez Ölüm değildi rahatsız edici olan, hüzün ve meraktı. Battaniye belki de beni ölüme, yanına almaya çalışan bir kadındı, ya da bir battaniye olarak beni sevmeye çalışıyor, bunu nasıl yapacağını bilemiyordu… Mick’i de beni izlemeye çalışırken onu engellediği için öldürmeye kalkışmamış mıydı. Delilik mi? Olabilir. Ne delilik değildir ki? Maval delilik değil miydi? Kurmalı oyuncaklardan farksızdık… Birkaç kez kuruluyorduk, sonra da güle güle… Ortalıkla dolanıp varsayımlarda bulunuyor, planlar yapıyor, valiler seçiyor, bahçemizdeki çimleri biçiyorduk…  Delilik tabii, ne delilik değildir ki ?

Votka bardağını bir dikişte boşaltıp bir sigara yaktım. Sonra battaniyeyi son kez elime alıp kestim! Kestim, kestim ve kestim, ne olduğu anlaşılamayacak kadar küçük parçalara kestim onu… parçaları bulaşık kabına koydum, kabı pencerenin yanına yerleştirdim dumanı üflemesi için vantilatörü çalıştırdım. Kap alev aldığında ben mutfağa gidip bir votka daha koydum. Döndüğümde kırmızı ve güzel yanıyordu, eski Bostan cadıları gibi, Hiroşima gibi, aşk gibi, bütün aşkların içinde bir aşk gibi, ve çok kötü hissettim kendimi. İkinci bardağı da içtim, hiçbir şey hissetmedim desem yalan olmaz. Bir tane daha koymak için mutfağa gittim, bıçağı da yanımda götürmüştüm. Bıçağı lavaboya fırlatıp şişenin kapağını açtım. Lavabodaki bıçağa baktım yine. Yan tarafında kan izi vardı. Ellerime baktım. Ellerimde kesik olup olmadığını kontrol ettim. İsa’nın elleri harikulade ellerdi. Ellerime baktım. Kesik filan yoktu. Çentik bile. Yanaklarımdan aşağı gözyaşlarının süzüldüğünü hissettim, bacakları olmayan ağır ve anlamsız şeyler gibi sürünerek. Deliydim. Gerçekten delirmiş olmalıydım.

Charles Bukowski

26 Aralık 2014 Cuma

Dans Türküsü - Böyle Buyurdu Zerdüşt


   Zerdüşt, bir akşam, havarileriyle bir ormandan geçiyordu. Bir pınar ararken ağaçlar ve çitlerle çevrilmiş, sakin, yeşil bir çimene vardılar. Burada kızlar birbirleriyle dans ediyorlardı. Zerdüşt'ü görünce dansı bıraktılar. Fakat Zerdüşt dostça bir jestle onlara yaklaştı ve şöyle dedi:
   ''Dansı bırakmayın sevimli kızlar. Yanınıza gelen, kem gözlü bir oyunbozan ve bir kız düşmanı değildir.
    Ben şeytana karşı tanrının sözcüsüyüm. Şeytan ağırlığın ruhudur; ama ben sizin hafif, ilahı danslarınıza ve güzel bilekli ayaklarınıza nasıl düşman olabilirim?
   Gerçi, ben bir ormanım ve koyu ağaçlardan bir geceyim. Ana karanlığından ürkmeyen, servilerimin altında gül fidanları da vardır.
   Ve kızların en çok hoşuna giden küçük tanrıyı da bulur. O, pınarın yanında gözü kapalı yatmaktadır.
   Evet, bu gündüz hırsızı güpegündüz uykuya dalmış! Acaba çok mu kelebek kovalamıştı.
   Güzel dansözler, eğer küçük tanrıyı biraz zorlarsam bana kızmayın; o, bağıracak ve ağlayacaktır. Gülebilmek için henüz ağlamaktadır.
   Yaşlı gözlerle sizden bir dans rica edecektir. Ve bizzat ben, onun dansına bir türkü söyleyeceğim.
   O ağırlığın ruhuna, bir dans ve alay türküsü söyleyeceğim. Siz ona dünyanın hakimi dersiniz, en güçlü ve görkemli şeytan odur.''
   Kupido ve kızlar birbirleriyle dans ederlerken Zerdüşt'ün söylediği türkü şudur:


   Ey hayat, geçen gün, gözlerinin içine baktım. Kavranmaz bir aleme daldığımı duydum.

   Fakat sen beni oradan altın bir olta ile çektin ve seni kavranmaz diye nitelediğim zaman, alaylı güldüm.

  ¨Bütün balıkların sözü bu, ¨ diyordun. ¨Kendilerinin kavrayamadığı şeye kavranmaz derler.

   Fakat ben sadece dönek, vahşi ve herşeyimle bir dişiyim ve erdemli olmayan bir dişi.

   Siz erkekler bize sadık, sonsuz, esrarlı deseniz de kendi erdemlerinizi bize yakıştırırsınız, ey erdemliler.¨

   O inanılmaz şey, böyle gülüyordu. Fazla kendisini yerdiği zaman gülümsemesine hiç inanmam.

   Vahşi ¨hikmet¨imle baş başa konuşurken öfke ile bana şunu dedi: ¨Sen istiyorsun, arzu duyuyorsun ve seviyorsun, bunun için hayatı övüyorsun.¨

   Az kalsın, kötü bir cevap verecek ve öfkeliye gerçeği söyleyecektim. En kötü cevap ¨hikmetïne gerçeği söylemektir.

   Üçümüz arasında durum böyledir. Aslında yalnız hayatı seviyorum. Onu, en çok nefret ettiğim zaman seviyorum.

   Fakat ¨hikmetïme karşı pek yumuşağım. Bunun nedeni, bana hayatı sık sık hatırlatmasıdır.

   Onun gözü, gülüşü ve altın oltası vardır. Bu ikisi birbirine o kadar benziyorsa ben ne yapayım!

   Bir gün bana hayat bu ¨hikmet¨de kim, diye sorunca; evet hikmet, dedim; ona, susuzluk duyulur ve doyulmaz. Ona perdelerden bakılır. O, ağlar içinden tutulur.

   O, güzel mi? Ne bileyim Fakat en yaşlı sazanlar bile onunla yemleniyor. O, kaprisli ve inatçıdır. Çok defa dudaklarını ısırdığını, tarağıyla saçını ters taradığını gördüm.

   Belki de kötü ve sahtedir ve her şeyiyle bir dişidir. Fakat kendisini yerdiği zamandır ki en fazla iğfal eder.¨

   Bunları hayata söyleyince alaylı güldü ve gözünü kapadı. ¨Kimden bahsediyorsun? Benden mi? Haklı bile olsan bu, yüzüme karşı söylenir mi? Fakat şimdi biraz daha 'hikmet'nden bahset.¨

   Ah sevgili hayat, gözlerini yine açtın ve kendimi yine kavranmaz bir aleme dalmış buldum.¨

   Zerdüşt bu türküyü söyledi. Fakat dans bitip kızlar gidince içlendi.

   ¨Güneş çoktan battı¨ dedi. Çayırlık nemli, ormandan serinlik geliyor. Etrafımda bilinmez bir şey var ki düşünceli bakıyor, Ne o Zerdüşt, sen yaşıyor musun?

    Niçin, niye, ne sayede, nereye, nerde, nasıl?

    Hala yaşamak, delilik değil mi? 

   Ah dostlarım, içimde böyle konuşan, akşamdır. Kederimi bağışlayın.

   Akşam oldu. Akşam oluşunu bana bağışlayın.

   Zerdüşt böyle dedi.



                                                                                                     Friedrich Nietzsche


25 Aralık 2014 Perşembe

Cinayette Geri Kalmak - Gündüz Vassaf


   "Ve garip bir örnek vereyim sana. Sanayi Taylorizmle dizi üretimi başlatalı, Henry Ford'un otomobil fabrikalarındaki bantlarda çalışmaya başlayalı neredeyse yüzyılı geçiyor, oysa türümüzün bireyi seri cinayetlere daha yeni başladı. O da hala tabii ki bandın ilk çıktığı Amerika'da. Dünyanın geri kalan kısmında hala ortaçağ kafasıyla cinayet işleniyor. Şu ya da bu nedenle ancak bir tanıdığımızı öldürebiliyor. Tüm otomobillerin aynı şekilde üretildiği, otomobillerin hepsinin birbirine benzediği bir toplumda, tabii ki cinayetler de birbirine benzeyecek ve dizi halinde işlenecek. Marx'ın dediği gibi düşüncemiz, kültürümüzün üretim güçlerinin gerisinde kalıyor. İlerlemek için bu çelişkiyi kırmak lazım. Bırak demokratik anayasayı, cinayette bile geri Türkiye."


   "Bir örnek daha sana. Aynen bir hastalık gibi bir 'sağlık salgını' kasıp kavuruyor türümüzü. Sağlıklı olmaya çalışırken türümüzün kökünü, kökenini dinamitliyoruz. Zaten şimdiye kadar dünyamızda yaşayan türlerin yüzde 96'sı yok olmuş gitmiş. Bilirsin ben hep yeniden yanayım; ama yenilik kisvesi altında bir tutuculuktur gidiyor. Temiz hava, organik gıda, jogging, jimnastik ve egzersiz salonları, sigara ve içkiye karşı kampanyalarsa hiç çağdaş değil.

   "Hep uyumdan söz ediyoruz. Oysa uyumsuzluğun ta kendisi bu tür davranışlar. Ulaşım teknolojisindeki son üç binyıllık gelişme at, eşek, tekerler, otomobil, uçak derken ayağımızı yerden kesti. Şimdi 2. yüzyılın son çeyreğinde uzaya doğru yola çıkmışken birdenbire binlerce yıl öncesindeki 'doğal' insana dönüş yaparak sağıklı olmak için trafikte, otomobiller arasında jogging dedikleri bir şey yapıyor insanlar. İşte bir toplu çılgınlık, tabiat kaidelerine bir uyumsuzluk örneği. Çağımızın yeni sağlıklı insanı kirli havada, ozon deliğinin ışınlarında yaşayabilen, genetik mühendisliğiyle üretilmiş ilaçlı domatesleri, hayatında bir adam atmamış ve güneş görmemiş hormonlu tavukları yiyen insandır Eski sağlık anlayışına uygun bir biçimde sağlıklı kalmaya çalışan, bugünün hasta insanıdır. Ciğerleri ne kadar temiz, kanı ne kadar katıksız ise o kadar daha fazla ölüme yakın, ölüme mahkumdur. Darwin'in güçlüsü bu ortamda yaşayabilen yeni insandır. Akıntıya kürek çekerek artık var olmayan bir dünyayı yapayca yaratarak yaşayan, artık olmayan bir dünyaya uyum sağlamaya çalışan değil. Gelecek nesilleri belirleyecek doğal seleksiyonun, türümüzün sağlıklı evrimi için ciğerleri kirli, kanları zehirli olduğu için hayatta kalabilen güçlü insanları seçecek. Kısaca dayıcığım, kızın olsaydı, sakın sağlıklı yemek yiyen, rakı ve sigara içmeyen, temiz havaya, yüzmeye, koşmaya meraklı, ne idüğü belirsiz bir herifin tekine verme derdim. Pişman olurdun, Allah göstermesin ama, pek sağlıklı torunların olmazdı."

   "Ters mi geliyor söylediklerim? Sen ahlakçısın. Ahlak adına cennete bile sövüp, cehennemi översin. Ancak kabul etmelisin ki her çağın, her devrin de kendine göre ahlakı var. Biri sana hakaret ederse artık düelloya çağırmıyorsun onu. Avukatına gidip tazminat davası açıyorsun. Benim çağrım, çağını, geleceğini yaşaması herkesin. Ne dünün, ne de romantiklerimizin ya da köktencilerimizin yaptığı gibi dünü özleyerek yarının peşine düşmek.

   "Yoksa tüm dünyada iktidara gelmeye başlayan '68 kuşağının temsilcileri mahvedecek bizi. Avrupa Topluluğu'nda ki '68'li bürokratlar sağlığımızı korumak için pastörize değil diye,  güzelim Fransız peynirini; bakterili fıçılarda üretiliyor diye İskoç viskisini yasaklamaya çalışıyorlar. Amerika'da erkek,  sokakta karşıdan gelen güzel bir kadına baksa hemen gözle taciz etti diye polisin karşısında buluyor, üstelik siciline de işleniyor kadın düşmanı diye. İşinden atılıyor, iş bulamıyor. Hatta baskı o denli arttı ki örneğin gazeteciler kadını yazdığı bir haberde tanımlamaya çalışırken cinsel nesne yerine koyuyor diye, 'güzel' kelimesini bile kullanmıyor. Cinsellikten gıda maddelerine, kullandığımız dilden bize keyif veren nesnelere kadar her şeyi denetim altına alıyor yeni iktidarlar, '68 kuşağının düzen düşkünü temsilcileri. Bir yandan da eski insanı yaşatmaya, eski değer yargılarını hala egemen kılmaya çalışıyorlar 21. yüzyılın yeni insanını yaşatacaklarına. Saçmalığa bak sen!"

                                                                          
                                                                          

                                                                              6-12 Şubat 1993, Heaton Moor
                                                                             Mart 1996, Didsbury

                                                                                Gündüz Vassaf - Cennetin Dibi


19 Aralık 2014 Cuma

yeterli bir yudum alıp, sunmak için doğru anı beklemek

yazdıklarımı hem kendim için, hem de kendi yaşam anlarıma not düşmek için yazıyorum. çok karalamaktan ucunda boya birikmiş pastel boya kahverengisi duygularımı ve yeni öğrendiğim anın hissedilebilirliği üzerine düşündüklerimi kendime açıklama hissiyatımdan kaynaklı hepsi. yine de bi noktam hala korkarak içiyor her yudumunu, içmenin, nasıl yaşamanın, nasıl yaşamak gerektiğinin, nasıl öğretildiğinin ve neyin doğru neyin doğru olmadığını sorarak. istemeden de olsa doğrunun varlığının belirleniş yöntemlerinde olan tırtıklara takılarak. tırmalandığında canının acıması gerektiği düşündürdükleri için bundan en doğru sıyrılma yöntemini ararken sıyrılmak belki de. ya da her çıkıntıda biraz daha bilerek canını yakmak ve sonrasında her çıkıntının üzerine dans ederek, zıplayarak daha derine batmasını sağlamayı öğrenmek. kullanılabilecek bütün kelimelerle bile sadece aynı şeyleri söyleyebilme zorunluluğundan kaçınmanın tek yolu konuşmamak mı? sadece susarak, dokunarak, dokunamayarak, konuşmayarak da hissedilebilirliğin bir noktası yok mu ki? gündüz vassafın öğrettiği gibi konuşmanın sadece susmaya uyguladığı totaliter yapıyı yenmenin nasıl bi yolu olabilir ki? çığlık çığlığa susmanın.. hayır bi yandan da şu var, gerçekten de çok önemli mi mutlu olmak? varolabilmenin saf güzelliğinden çıkıp, duygularımla bunu sorgulayabilecek duruma nasıl geldim? yeterli bir yudum alıp, sadece vücuduna sunabileceğin doğru anı bekleyene kadar içmemek çok önemli mi, yoksa sadece iç gitsin mi? ya da lanet şeyleri söyleyebilme yöntemlerinin hepsinin acizliğine bırakmalı mıyım, bırakmamalı mıyım kendimi? bunların herhangi bir öneminin olduğunu düşünmemek gerekiyor da olabilir, olmayadabilir. herhangi bir konuda herhangi bir karar vermeye gerek var mı?

12 Aralık 2014 Cuma

Geceye Övgü - Gündüz Vassaf

¨Korktum ve gözlerimi Ay'a kaldırdım. 
Yakardım ve yakarılarım tanrılara ulaştı.
İmdi, ey Ay tanrısı Sin,
Soru beni.¨
Gılgamış





I

   Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?) insan her zaman erken yatmak zorundadır -yatılı okullar-da, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastahanalerde... Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk (?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçekleşen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, biri daha geç yatar, geceyi daha fazla yaşarsa, sorunlar çıkmakta gecikmez. Kurum her zaman ¨geç¨yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.

II

   Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır.

   Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bi iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.
   Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz ya da bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde, asla.

III

   Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları akşam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir - belli bir yönde ilerliyorumu-şuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerine nadiren durup düşünürüz. Allah'ın her günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz.
   Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
   Her şeyden arınmış, çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. (Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona erkesiyle gerçekleşebilir.)
    Geceleri aşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ama geceler bizi yeniden aşık eder, bize ¨seni seviyorum¨dedirtir. Gündüzleri söylenen ¨seni seviyorumlar¨geceye gönderme yapar.

IV

   İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden ¨serbest zamanımız¨diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.
   Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.
   Gün boyunca, tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde... insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez tuvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.
   Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşlarda oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfta, on yaşındakiler on beş numaralı sınıfta vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, günün büyük bölümünü, sizinle yaklaşık olarak aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyunca bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.

V

   Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler, burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar işçi mahallelerindeki lokantalara giderler. Fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler. 
   Geceleri dünya, birbiriyle haşır neşir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler,gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin ¨rasyonel¨insanı, ¨zevk-ü sefa peşinde okşan¨insanla yer değiştirir geceleri.
   Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticileri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, ¨şöhret ve servet¨sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter urumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlar da yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seremoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.

VI

   Gece vakti, gündüzün telaşından, hayhuyundan eser kalmaz. Az çok huzura kavuşmuş oluruz. Şöyle bir on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir şey olmayacaktır. Yiyeceğimizi seçmekle ya da yaratmakla işe başlarız. Gündüzleri yiyip içtiklerimiz, çoğumuz için, kurumsallaştırılmış ve standartlaştırılmıştır. Halbuki geceleri, hem ne yiyeceğimiz konusunda daha çok seçeneğimiz vardır, hem de onu dilediğimiz gibi hazırlamakta daha özgürüzdür. Ayrıca, yemeğimizi alelacele yemek zorunda da değilizdir. Fast food dedikleri şey, gündüze egemen olan baskıcı güce aittir. Gündüzlerin fast food yiyicileri olarak bizler, bizi yöneten megamekanizmanın parçalarıyız. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazırlayıcıları olarak, zamanı ve mekanı gönlümüzce düzenleyebiliriz.

VII

   Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyveririz.
   Gün boyunca duyularımızı tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur şimdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, keleceğin çarpıcı renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi, gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.

VIII

   Gece, uyku zamanı olduğu gibi, düş görme zamanıdır da. Gördüklerimizi, işittiklerimizi, kokladıklarımızı ve düşündüklerimizi sınırlayan diller, formlar, davranış biçimleri ve algısal paradigmalar, kendine özgü bir biçimi ve dili olan düşlerin yapısına aykırıdır. Düşlerde renkler, görüntüler, insanlar, duygular ve düşünceler özgürce birbirine karışır ve benzersiz bileşimler yaratırlar. Öylesine özgürdür ki düşler, onları söze dökmekte güçlük çekeriz -insan zihnini gün boyunca biçimlendiren o katı yapılar düşlerimizi dillendirmeye yetmez, hatta engel olur.
   Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir anyı zamanda. Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. Sadece yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. Hatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. ¨Yaşamın anlamı¨gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur.
         
                                                                                                           15 Ekim 1986, Marburg






28 Kasım 2014 Cuma

Bastırılmış Duygu HOMOFOBİ - Bekar, Öfkeli, Heteroseksüel Erkek... Aynı Şeyi Arıyor...

    Yirmili yaşlarımın başlarında eşcinsel olduğumu daha hayran olunası nedenlerle (aşk gibi veya bir ilke uğruna) itiraf etmeye karar verdiğimi söyleyebilmek isterdim. Ama işin gerçeği, bir

heteroseksüel erkek sayılmaz, değeceğini tahmin ettiğimden daha sorunlu bir hale gelmişti. Üçüncü sınıftan itibaren eşcinsel olduğum gerçeğini gizlemeye yönelik bir sürü kandırma planları yapmaya çalışarak değerli birçok bilişsel kaynağı heba ettim.

   İşin doğrusu, homoseksüelliğimi saklamaya yönelik ilk bilinçli taktiğim tuhaf bir şekilde homofobik görünme şeklindeydi. Sekiz yaşındayken, "homo" lafını çok kullanır ve her fırsat bulduğumda eşcinsellerden hoşlanmadığımı ifade edersem, başkaları benim kesinlikle heteroseksüel olduğumu düşüncekti. Kuramsal olarak kulağa hoş gelse de, yaradılış olarak pek saldırgan değildim ve bu yüzden uydurma öfkemi ikna edici bir uygulamaya dönüştürmekte zorluk çekiyordum.

   Bir eşcinsel düşmanı olarak başarılı olmamış olabilirim; gelgelim, malesef birçok insan bunda başarılı oldu. Öyle görünüyor ki, ortak bir şeyi paylaşıyoruz: eşcinsellik fobisi olan genç birçok erkek (ister benim gibi etrafındakileri bir bilinçli olarak aldatmaya çalışıyor olsunlar, ister böyle tutkulara sahip olduklarının farkında olmasınlar) gizliden gizliye homoseksüel arzular besliyor olabilirler. Bu alandaki en önemli çalışmalardan biri Henry Adams, Lester Wright Jr. ve Bethany Lohr isimli araştırmacıların 1996 yılında Journal Abnormal Psychology'de yayınlanan ve homofobisi olan genç erkeklerin gizliden gizliye eşcinsel dürtülere sahip olabileceklerini kanıtladıkları bir makaleye kadar dayanmaktadır.

   Bu çalışmada, yirmi yaş ortalamasına sahip olan ve kendilerinin heteroseksüel olduklarını ifade eden altmış erkek, eşcinsel erkeklerden sakınma ölçütüne ilişkin anketle belirlenen puanlarına dayanılarak iki gruba ("eşcinsellik fobisi olmayan erkekler" ve "eşcinsellik fobisi olan erkekler") ayrıldılar. Burada, eşcinsellik fobisi, bir homoseksüel ile yan yana konulduklarında duydukları "ürkme" derecesiyle, temel olarak eşcinsel insanlarla karşılıklı etkileşim halinde ne kadar rahat veya rahatsız olduklarına göre tanımlandı. (Bu terimin anlamı klinik literatürde tartışmalıdır; bazı akademisyenler bazı insanların eşcinsel karşıtı duruşunun daha bilişsel niteliğini vurgulamak için "homonegativizm" gibi başka kelimeler türetiyorlar.)

   Daha sonra, her katılımcı penisine bir penil organ ölçer takılmasını kabul etti. Daha önce sözünü ettiğimiz bu cihaz, "cinsel uyarıya karşı ereksiyon yanıtlarını ölçmek için kullanılan civalı çember gerinim ölçerdir. Bu cihaz takıldığında, penis çemberindeki değişiklikler, cıva kolonunun eletrik direncinde değişiklikler yaratır." Daha önce bu aletle (pletismografiye, penisle değil - hoş aslında ikisiyle) yapılmış olan araştırmayla, çember ölçüsündeki önemli değişikliklerin sadece cinsel uyarım ve uyku sırasında meydana geldiği teyit edilmiştir.

   Daha sonra, katılımcılar özel bir odaya alındı ve burada kendilerine üç kısa pornografi parçası gösterildi. Üç film parçası heteroseksüel pornodan (oral seks ve vajinal birleşme sahneleri), lezbiyen pornosundan (oral seks veya temel olarak vulvanın ovalandığı "tribadizm") ve eşcinsel erkek pornosundan (oral seks ve anal birleşme sahneleri) oluşuyordu. Bu parçanın rastgele bir sırayla gösterilmesinden sonra, katılımcı hissettiği uyarılma ve ayrıca ereksiyon derecesini puanlandırdı. Hadi bakalım. Sonucu tahmin edin.

   İki grupta da (eşcinsellik fobisi olmayan ve eşcinsellik fobisi olan erkekler), heteroseksüel ve lezbiyen pornosu karşısında peniste kan basıncı arttı ve onların uyarılmaya ilişkin öznel puanlamaları bu iki tip filmle ilgili penil pletismografisi ölçümüne uyuyordu. Ne var ki, tahmin edildiği üzere, sadece eşcinsellik fobisi olan erkeklerde, eşcinsel erkek pornosu seyrettiklerinde penis çember ölçüsünde önemli bir artış görüldü; daha ayrıntılı belirtecek olursak, bu eşcinsellik fobisi olan erkeklerin yüzde 26'sı bu videoya karşı "ılımlı şişkinlik" (altı ile on iki milimetre arasında) gösterirken yüzde 54'ü "kesin şişkinlik" (yirmi milimetreden fazla) gösterdi. (Bunun tersine, eşcinsellik korkusu olmayan erkeklerde bu oranlar sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 24 şeklindeydi.) Ayrıca, eşcinsellik fobisi olan erkekler, eşcinsel erkek pornosuyla cinsel olarak uyarılma derecelerini önemli ölçüde, olduğundan düşük tahmin ettiler.

   Araştırmacılar, bu verilere dayanarak, "eşcinsellik fobisi grubunda yüksek puan alan ve homoseksüellikten negatif etkilendiklerini kabul eden kişilerin erkek homoseksüel erotik uyartılardan önemli ölçüde tahrik oldukları" sonucuna vardılar. Elbette bu kişiler kendilerini bilinçli olarak mı kandırıyorlar yoksa aynı cinsiyetin üyelerine karşı gizli çekimlerini başkalarından bilinçli olarak mı saklamaya çalışıyorlar, burası net değil. Freudyen reaksiyon göstererek savunma mekanizmasını (burada insanların bastırılmış tutkuları, bizzat tutku duydukları şeye karşı hararetli duygusal tepkiler ve düşmanca davranışlarla kendilerini gösterirler) birinci durumu açıklayabilir. (Shakespeare'in Hamlet'inden:"Bana kalırsa, han'fendinin tepkisi çok abartılı") İKinci durum ise, benim sekiz yaşındaki benliğimin kurduğu dolaplar gibi bir kasıtlı toplumsal kandırmaca eylemini gösteriyor. Hiç kuşkusuz, ikisinden de bir parça olabilir veya mekanizma farklı insanlar için farklı işliyordur. Bu rahatsız edici şekilde halkın önünde kendilerini öne çıkarak (tele-hatipler Eddie Long ve Ted Haggard; mukafazakar psikiyatr George Rekers ve politikacı Mark Foley ve Larry Craig gibi) kişiler kendilerini mi kandırıyorlardı yoksa hep tamamen olgunlaşmış homoseksüel dürtülere sahip olduklarını biliyorlar mıydı, kim bilir?

Penisin Şekli Neden Öyle?
Jesse Bering